Digital Bosphorus vs Silicon Valley

FacebooktwitterpinterestlinkedinmailFacebooktwitterpinterestlinkedinmail

Geçtiğimiz günlerde DLD 2012 konferansında Türkiye’nin de konu olduğu bir oturum gerçekleştirildi. DLD konferansı hatırı sayılır bir organizasyon ve Türkiye’nin buradaki varlığı gerçekten de dikkat çekici bir durum oluşturuyor.

Digital Bosphorus'u temsilen Logo ÇalışmasıMemlekette yankı uyandırmış Yemek Sepeti, Markafoni, Peak Games gibi dijital mecra tabanlı girişimlere yöneticilik yapmış olan isimlerin, Türkiye’deki İnternet ve dijital yapılanmayı konu edindikleri konuşmanın ayrıntılarını, bilhassa Twitter üzerinden takip etmiş olanlar, Digital Bosphorus söylemine şu günlerde oldukça aşina olmuşlardır. Markafoni’nin CEOsu Sina Afra’nın isim babalığını yaptığı bu kavramın altında, bulunduğumuz coğrafyanın Silikon Vadisi “biziz” hipotezi yatıyor.

Bu bir tespit olabilir. Bir iyi dilek de olabilir. Ancak bir gerçek mi? Keşke öyle olsa. Ben durumun söylemin kendisi kadar realist olduğunu düşünmüyorum. Çünkü…

Bulunduğumuz coğrafyada inovasyon yani farkedilir ve lider olabilecek bir yenilik çok kolay gerçekleşen bir olgu olmadı hiç. Pek çok konuda çalışmalar yapıldı ancak bugüne baktığımızda tüm dünyayı peşinden sürükleyecek cinsten bir ürün ya da hizmet ile ansiklopedilerdeki yerimizi aldığımızı söylemek mümkün değil. Şüphesiz ki mevcut konjonktüre uygun olarak geliştirilen projeler başarılı olmuştur ve olmaya devam edecektir. Ancak Silikon Vadisi’ne rakip olmak, çoğu “copycat” olan ve başarılı lokalizasyonlar ile hayata geçirilmiş olan projelerimizden daha fazlasını gerektiriyor.

İnovasyon, farklı düşünmeyi gerektirir. Farklı düşünmek içinse biraz maceraperest olmak gerektiğine inanıyorum. Günümüzde Türk kimliği, her ne kadar tartışılır bir konu haline gelmiş olsa da ben bu tartışmayı şu anda bir kenara bırakıp, kendi tarihimizde maceraperest olduğumuz zamanlara tekrar dikkat çekmek istiyorum. Dünya tarihi içerisindeki cilt cilt Türk hareketi ve etkisi gerçeği, tüm toplumlar tarafından kabul edilmişken, bir topluluk olarak belki de Dünya’nın en uzun ve etkili göçlerinden birisini yapmışken, bulunulan zaman dilimleri içerisinde mevcut mekanlarda tartışmasız bir etki bırakmayı doğal olarak başarmışken; bugün, gelişmeleri hızlı adapte eden bir toplum kimliğini ön plana çıkartıp bununla gurur duymayı kendimize iş edinmişe benziyoruz. Tarihimizi 1299’dan başlatmayı marifetten sayıyoruz. Osmanlı kimliğini bilhassa Avrupa’ya korku salan toplum alt metniyle her fırsatta üste çıkartıyoruz. Gurur duyduğumuz şey ile bugün yapmaya çalıştığımız şey kesinlikle örtüşmüyor. Buraya dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Osmanlı hala sürüyor olsaydı Yeniçeri böyle mi olurdu acaba?

Ülkemizin pek değerli bilim insanları bulunmakta. Bunların arasında çok azı var ki sadece insanlara değil makinelere de birşeyler öğretmeye çalışıyor. Ethem Alpaydın böyle birisi. Kendisi Boğaziçi Üniversitesi’nde Yapay Öğrenme üzerine dersler vermekte. Konu üzerinde MIT Press tarafından basılmış olan ve bir çok ülkede ders kitabı olarak okutulan – ne şanslıyız ki Türkçe’ye de çevrilmiş olan – bir kitabı da bulunmakta. Kendisinin kaleme aldığı “Muhteşem” Yüzyıl isimli makalesinin mutlak surette okunması gerektiğini düşünüyorum. Bu, farklı bir açıdan ışık tutacak bir yazı. Buradan buyurun: http://ealpaydin.blogspot.com/2012/01/muhtesem-yuzyl.html

Alpaydın’ın dikkat çektiği üzere, “farklı” insanları yetiştirebilecek bir devlet politikamız yok. “Farklı” insanları tolere edebilecek bir toplumumuz da yok. Silikon Vadisi’ne baktığımızda ise bu mekanın “farklı” insanlarla dolu olduğunu zaten görüyoruz. Hayatımızı değiştiren dijital teknolojilerin hep buradan geldiğinin farkındayız. O halde bizi ve şu anda ortaya koyduğumuz projeleri farklı yapabilecek şey nedir? Son 5 yıldaki İnternet projelerimizle gerçekten de başarıyı yakaladık mı?

Burada başarılmış olan büyük bir şey henüz yok. Yine adapte ettik, yine uyarladık. Belli bir noktaya geldiğinde de yabancılara sattık. Kimsenin yanlış anlamasını istemem. Çağın iş modellerinden birisi bu ve global ekonominin etkisini ülkemizde hissetmiyor olmak bir yel değirmeniyle savaşmak ile eş anlamlı olurdu. Ama bize ait olmayan bir şeyi, bize uyarlayıp, sahiplerine geri satmak – her ne kadar karlı bir işse de – Digital Bosphorus söyleminin aslen işaret ettiği noktadaki iş modellerinden birisidir. Bu söylemden ve söyleme dahil aksiyonlardan, ben dahil olmak üzere bir çok insana güzel ekmek çıkar. Bolca çalışırız, katma değer yaratırız, karnımızı doyururuz. Allah bereket versin. Ama inovasyon çıkar mı? Belki… Peşimizde birilerini sürükler miyiz? Belki… Ümidimiz var mı? Var gibi… Ama emin değiliz. Yaparız diyemiyoruz. Modele uygun bir başka verisyon için Hindistan’ın Bangalore şehrine bakılabilir. “E, bu da bir şeydir” diyenleri duyuyorum. Doğrudur, bu da bir şey. Ama bu şey, o şey değil: Karıştırmayalım!

Digital Bosphorus söyleminin böyle bir yanı olduğunu gözden kaçırmayalım. Farklılık farkındalık gerektirir. Farkına vardıkça neyin farklı olduğunu neyin olmadığını görmemiz daha kolay olacaktır. Biraz kendimize gelmemizde sakınca değil fayda vardır.

FacebooktwitterpinterestlinkedinmailFacebooktwitterpinterestlinkedinmail

Düşünür, taşınır, koşturur, uyumayı sevmez...

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir