Suskunluk sarmalı kavramını ilk olarak iletişim fakültesi sınavlarında sorulan bir sorunun içinde görmüştüm. Kim bilir belki derslerde de okumuştum ama bana soru olarak gelmediği için aklımda kalmamıştı. Adı çok ihtişamlı dursa da açıklamasını okuyunca çok mantıklı, bir o kadar da sıradan bir teori olarak düşünmüştüm, ama bu kavramı sanırım o günden beri hiç cümle içinde kullanmamıştım. 31 Mayıs 2013 sonrası Türkiye’de, önce İstanbul’da başlayan ve sonra diğer şehirlere yayılan halk hareketi aklıma o sınav cevap kağıtlarının üstünde yazılıp unutulan bu kavramı getirdi aklıma. Peki neydi suskunluk sarmalı? Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen bu siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisi Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor: Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun (okulda sınıf, fabrikada soyunma odası, orduda yemekhane, belediye otobüsü, akraba ziyareti, hastane koridoru vs.) ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin (veya kendi fikrine yakın görüşlerin) toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar. İşte Türkiye’de Gezi Parkı kıvılcımıyla başlayan direniş hareketi bence tam da bu tanımlamaya uyan bir hareket. Bu tanımdan yola çıkıldığında karşımıza insanların kendi fikirlerinin yaygınlaşmaya başladığını nasıl ve nerede sezmeye başladığı sorusu çıkıyor. İşte o noktada sanırım işin içine uzun zamandan beri aşina olduğumuz, özellikle derslerde dilimizden düşürmediğimiz “Sosyal Medya” giriyor.
Özellikle sosyal medya konusunda son dönemde aklımıza takılan ve çok konuşulan konulardan biri bu mecranın “Arap Baharı” diye adlandırılan hareket içerisindeki yeriydi. Okuduklarımız incelediklerimiz arasında, bu bir sosyal medya devrimidir, Mısır’da, Tunus’da insanlar Twitter sayesinde bu hareketi gerçekleştirdi diyen de vardı, klavye başında devrim olmaz diyen de. Tüm bunların arasında aslında bir siyaset bilimci olan ve yeni iletişim ortamlarının demokrasi üzerine etkilerini araştıran Evgeny Morozov’un Sosyal Medya ve İnternet konusunda öne sürdüğü birçok kavram aklımıza en çok yatanı olmuştu. Evgeny Morozov hem Net Delusion (Net Yanılsaması) adlı kitabında hem de bir gazete röportajında internetin sadece özgürleştiren bir doğası olduğuna dair naif inanca direnmek ve risklerini görmek gerektiğini söylemekteydi. Morozov bunları söylerken en büyük argümanlarından biri de teknolojinin, ne kadar iyi tasarlanırsa tasarlansın sonuçta insanlar ve siyaset tarafından yönetildiği gerçeğiydi.
Morozov aslında bizi tam da şu fikriyle etkilemişti: Mısır ve Tunus gibi teknoloji ile alakası çok sıkı olmayan ülkelerde sosyal medya çok etkili olmuş olabilir ama bu Çin ve Rusya gibi siber saldırılardan, dijital propaganda ve takip sistemlerinden haberdar olan ülkelerde kolay kolay gerçekleşemez, çünkü halk kadar devlet de bu ülkelerde yeni iletişim ortamlarında etkindir ve gelebilecek saldırıları önlemek amacıyla birçok farklı kanalı kullanabilir. Peki o halde şu sorunun cevabını düşünelim; Türkiye bu örneklerden hangisine daha yakın? Teknoloji kullanım istatistiklerine bakıldığında Türkiye sanırım bu iki örneğin ortasında bir yerde yer alıyor.
Ben de uzun süre, gerek dost meclislerinde, gerek bilimsel toplantılarda Morozov’u referans alarak bu hareketler içerisinde sosyal medyaya ithaf edilen gücü sorguladım. Davulun sesi uzaktan hoş gelir derler. Ne zaman ki birebir kendi gözlerimizle kendi profil ekranımda benzer mesajlar akmaya başladı, o zaman işte işin rengi de değişmeye başladı. Evet Morozov hala haklı, insanlar gerçekten sesleriyle, bedenleriyle, düşünceleriyle meydanda olduğu zaman o direniş anlam kazanıyor ve biz hala sanal mekanlarda değil gerçek meydanlarda, sembol mekanlarda, her metrekaresinde bir tarihin olduğu yerlerde bir araya gelince derdimizi anlattığımızı düşünüyor, sesimizi daha gür çıkarabiliyoruz. Bizi yönetenlerin halen anladığı dil o. Nedeni de basit aslında, geleneksel iş, yaşam, aile, eğlence kalıplarının konuştuğu dil o çünkü. Halbuki 90 sonrası yetişen bugün 20’li yaşlarını yaşayan gençler için asla böyle kalıplar yok. Hatta, ne ders çalışma saatlerini, ne eğlence saatlerini, ne de okul-iş saatlerini bu düzene uydurmamak adına her şeyi yapmaya hazırlar. İşte tam bu yüzden bu gençlerden duyduğumuz bazı sözler bize hep, yahu ben senin zamanında ekmeği taştan çıkartmak için şunları yapardım özlü sözünü söyletiyor bizlere.
Bu gençler elini cebinden çıkarmadan onlarca kelimelik SMS mesajları atabiliyor, teknolojik cihazları sınavlarda kopya yerine kullanabiliyor, gazete okuma, TV seyretme gibi aktiviteleri dahi akıllı cihazlarından yapmayı tercih ediyorlar, uyandıklarında ilk işleri yine ellerine bu cihazları alarak sosyal hesaplardaki hesaplarını kontrol etmek. Bilgiyi buradan alıyor, tarihi buradan okuyor, günceli de buradan takip ediyorlar. Baktığınız zaman size gelecek adına çok umut vermiyorlar ama gerekli yerde, gerekli zamanda, gerekli cevabı yapıştırıveriyorlar. Sanki bugün meydanlarda gördüğümüz mesaj da gerekli zamanı hissetmiş olmalarından.
Şimdi gelelim Morozov’u okuduğumda kafamda tam oturtamadığım bölüme. Evet, direniş hala sokaklarda yapılıyor ama dayanışma artık fiziki olarak omuz omuza durmak değil, bu çok net. Suskunluk sarmalını da kıran bu sanırım. İnsanlar, özellikle bu mecranın doğasını çok iyi bilen gençler sayesinde, sosyal mecralarda müthiş bir dayanışma göstermeye başladılar ve yankı bulduğunu görünce fiziksel olarak da geleneksel yapının karşısına geçtiler. Türkiye’de yaşananları bir ”bahar” tanımlamasıyla verenler de oldu ama Arap coğrafyasındaki totaliter rejimlere benzemeyen zaten daha önceden kimin seçileceği belli olan göstermelik demokrasilerden farklı bir karakteri var Türkiye’nin. Yine o ülkelerdeki geleneksel medya kanalları iktidar şakşakçılığı yapmaktan öteye gidemiyorlar. Gerçi yaşanan gelişmeler Türkiye’de de medya sahipliği – çıkar ilişkisi çerçevesinde iktidar odaklı müthiş bir eksen kaymasının olduğunu bize göstermiş durumda. İlk günlerdeki TV yayınlarında büyük haber kanallarının kulağının üstüne yatmasından sonra, eylemin 8. gününde Başbakan’ın Tunus’tan dönüşü sonrasında çıkan belli gazeteler bire bir aynı başlıkları atarak, temel görevi kamuoyunu bilgilendirme işlevinden ziyade basın bülteni özelliği göstermekteler. Yine de sesini çıkartabilen bazı kanalların olması hem bizi farklı kılıyor hem de umutlandırıyor.
Tunus, Mısır, İran gibi ülkelerde gerçekleştiğinde dışarıdan izlediğimiz, iç dinamiklerini ve işleyişini tam göremediğimiz direnişte veya devrimde sosyal medyanın önemini ve gücünü günlerdir bizzat hepimiz yaşayınca, sosyal medyadan devrim yapılamayacağını ama böyle bir hareketin her anında iletişim kanalı olarak kullanılabileceğini ve doğru okumalarla ve dezenformasyondan uzak durduğunuz sürece de en önemli iletişim kanallarından biri olacağı mesajını kendi adıma almış durumdayım. Bu mecrada gerçekleşen her aktivite katılımı artıran bir karakter sergiliyor başından beri. Böyle olunca da metroda veya vapurda yanınızda oturan vatandaşın, karşı komşunuzun veya iş yerinizde sürekli gördüğünüz ama konuşmadığınız insanların sizle paralel ve bazen de karşıt düşündüğünü görmek için yeni bir yöntem bu. Yıllardır çeşitli çalışmalarda belirttiğimiz yurttaş haberci-yurttaş gazeteci kavramının da yine bizzat yaşandığında ne kadar etkili olduğunu görmek açısından da Gezi Parkı Direnişi önemli bir mihenk taşı. Artık derste verdiğimiz örnekler Londra metrosunda olan bombalama olayları veya İran seçimleri değil bizzat İstanbul’un ve Türkiye’nin dört bir yanında örnekler olacak.
Sosyal medya tek kelimeyle alternatif bir medya ve dezenformasyona da fazlasıyla açık, ancak ana akım medyanın sustuğu bir ortamda bu kadar bilgi akışının mevcut olduğu bir yeri yargılamak çok da doğru değil. İnsanlar olaylar hakkında bilgi almak amaçlı her bilgi kırıntısını değerlendirmek istemekte. Bu da yanında, kimi zaman bilgi kirliliğini getiriyor. Ancak unutulmaması gereken, Türkiye’de özellikle 1980 öncesinde kendisi ciddi politik kutuplaşmaların içinde yaşamış, işinden, okulundan olmuş bir kuşağın apolitik kalmasına özen gösterdiği çocukları ilk defa bir eyleme katılarak sesini meydanlarda duyuruyor. Bundan önce sesini duyurduğu yerler sadece Facebook duvarları ve Twitter. Bu sefer fark sanal duvarlar yerine aklındakini gerçek duvarların üstüne yazabilmeyi keşfetmesi. Hem de yine o ince mizah anlayışıyla. İşte o yüzden arada “İyi ki GTA oynamışım, toplumsal hareket yaratmayı oradan biliyorum” veya “Counter Strike’dan ben polislerin bizi çevreleme metodunu anladım” diyen sesleri duyabiliyoruz. Diğer yandan, aslında bu gençler yine iyi bildikleri şeyleri yapıyorlar ama bu sefer sanalın yanında gerçek hayat var, çünkü cesaretleri gelmiş durumda, seslerinin havada kalmadığını görüyolar; “retweet” yerine onunla koşan, kaçan bağıran slogan atan insanlar, “fav” yerine alkışı var artık hayatlarında.
Küçük bir saptama daha yapmak gerekirse Gezi Parkı eyleminin ruhuna aykırı olsa da özellikle karşıt görüş sosyal medya kullanıcıları arasında maalesef nefret söyleminin de fazlasıyla kullanıldığını görmekteyiz. Her şeye rağmen ortaya çıkan barışçıl hava maalesef özellikle bazı siyasilerden cesaret alan nefret içerikli mesajlarla sekteye uğramakta. Diğer yandan da ana akım medyaya olan bakış ciddi bir sorgulama içerisine girmiş durumda. İnsanların aklına tüm bu olaylardan sonra bugüne kadar bu medyadan izlediğimiz tüm haberlerde acaba nasıl manipülasyonlar oldu, neler abartılarak verildi veya neler görmezden gelindi gibi sorular gelmekte ve bunlar çok da haklı sorular.
Manuell Castells’in “Ağ Toplumu” olarak adlandırdığı bu toplum yapısı gerçekten de iletişimin ve iletişim teknolojilerinin zirve yaptığı bir dönem. Toplumun her alanda iç içe geçmiş ve her kanaldan iletişime geçmek isteyen yapısı içerisinde bazı isteklerin bastırılması sonrasında daha büyük patlamalara yol açabiliyor. Türkiye’de Gezi Parkı Protestosu İngiltere’de “Blackberry Riots”(Ağustos 2011 Londra ayaklanması) ve Arap Baharı’nın kimi tarafları benzer karakterler göstermekte.
Olayları her zaman olduğu gibi biraz da rakamlarla inceleyelim. Bu olaylar sırasında #hashtag kavramının ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gördük. Hatta hashtag (etiket) savaşları her an yeni bir kelime öbeğiyle devam ediyor. Dışarıda olan gerçek olaylarla sanal dünya arasındaki ilişkiye rakamların gözünden bakmaya çalışırsak, #occupygezi, #direngeziparki ve #direngezi etiketleri ile 29 Mayıs saat 12:00’den 31 Mayıs saat 12:00’ye kadar saatte ortalama 2.000 tweet gönderilirken, 31 Mayıs 12:00’dan itibaren bu sayı 15.000 ve üzerine çıkıyor. Başbakan’ın saat 19:00’daki konuşması ise bu sayıyı 150.000’e ulaştırıyor. Yine Başbakan’ın 1 Haziran Cumartesi TIM’de yaptığı konuşma sırasında ortalama 1.000 defa kullanılan #direnankara etiketi 4 saat içinde ortalama 65.000’i görüyor. #tayyipistifa etiketi ise aynı tarihte 18:00-20:00 saatleri arasında 2.000’den 110 kat artışla 220.000 rakamına ulaşıyor. Buradan da anlaşılacağı üzere meydanlarda atılan sloganlar sanal alemdeki etiketlere, TV konuşmaları bilgisayar başındaki tepkilere dönüşüyor. Gerçek dünya ve sanal dünya arasındaki çizgi gittikçe inceliyor ve günlük hayatımızda bizi daha derinden etkiliyor.
Son olarak şu ana kadar yaşananlardan çıkardıklarımla bitirmek istiyorum:
1. Birincisi kendimle ilgili; “Şu anda Twitter denilen bir bela var, sosyal medya toplumların baş belasıdır” konulu önermeye emir büyük yerden olsa da kesinlikle katılmıyorum.
2. İkincisi ve üçüncüsü tüm gazetecilik öğrencilerine gelsin: “Nasıl iyi gazeteci olunur?” sorusuna uzun uzun cevap vermemize gerek bırakmayacak örnekler artık fazlasıyla mevcut. Sorunun cevabı benim açımdan artık çok basit: Yiğit Bulut ve Fatih Altaylı gibi abilerinizi örnek almayın.
3. Sosyal Medya ve Bilişim Okuryazarlığı’nın önemini kavrayın ve bununla alakalı bir şeyler yapın.
4. Son olarak da egemenlere söyleyelim, toplum ve halk bir şeyler söylüyor, siz iletişim kanallarını kapatmayı tercih ediyorsunuz. Hatta, bakın ne kadar demokratız Facebook’unuza Twitter’ınıza dokunmadık diyorsunuz, bu büyük bir yanılgı çünkü halk sesini muhakkak bir yerden çıkarır. Egemen güç veya iktidar sesi kıstıkça da çıkacak ses bir öncekinden daha gür olacaktır.
İlk Yorumu Siz Yapın